"Rus himayesinin yerine kolektif himayenin geçmiş olması (bununla Berlin Sözleşmesi' ndeki Kıbrıs-Konvansiyonu nu ima etmekteydi) , Ermenileri, büyük devletlerin bir müdahalesine yol açmak için durmadan yeni olaylar çıkarmaktan alıkoymadı. Berlin Sözleşmesi'nden beri Ermeni devrimci hareketini karakterize eden şey budur. "Gizli cemiyetler, özellikle Hintschak-Partisi ile ilgili olarak şunları ekliyordu: Ermeniler üzerinde bir katliam kışkırtmak için her yerde Müslümanlar katlediliyordu. Ajitatörlerin kriminel planlarını hazırladıkları Avrupa başkentlerinden hiçbir onaylamama işareti gelmemekteydi (...) Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğu döneminde maruz kaldıkları bütün o anlaşmazlıkların sorumluluğu böylece kendilerine ait olmaktadır. Türkiye hükümeti, Türk halkının büyük sabır gösterdiğini kanıtlamış ve sadece düzeni sağlamak artık başka biçimde mümkün olmayınca zor araçlarına başvurmuştur"
Özet olarak Osmanlı toplumunun Ermenilere, Türk tarih yazımının ve bazı sosyal bilimcilerin iddia ve gerekçelerinin tersine pek az adalet ve eşitlik sunduğu saptanabilir. Eşitsiz muamelenin, ulusal - dinsel ayırımcılık ve baskı sonucunda Ermenilerin ulusal hareketi Fransız Devrimi'nin ardından şekillenmeye başladı. Bu ulusal hareketin temeli, Osmanlı İmparatorluğu'nun köhnemiş feodal koşullarından kurtulma çabasıydı. Bu anlamda Ermeni ulusal hareketi aynı zamanda sosyal bir hareketti.
Ermenistan'la Kürdistan'ın, Avrupalı büyük devletler, Rusya , Osmanlı ve İran imparatorluklarının çıkarlarının çakıştığı bir bölgede bulunması bir olgudur. Avrupalı büyük devletler İngiltere, Fransa ve Almanya Hindistan'a kadar bu bölgeleri kendi nüfuz alanları altına almak ve bu bölgelerle Akdeniz bölgesinde Rusya'nın üstünlüğünü durdurmak istiyorlardı. Buna karşılık Rusya egemenliğini İstanbul'a kadar güvence altına almayı arzulamaktaydı. Azınlıkların ulusal sorunu, 1918'e kadar özellikle Ermeni sorunu, büyük devletlere sürekli olarak Osmanlı İmparatorluğu'nun iç işlerine müdahale için bahane oluşturdu, duruma göre Osmanlı İmparatorluğu içindeki azınlıklar sorununa değiniyorlardı. (Buna karşılık Türkiye ile sıkı bir ekonomik ve askeri ilişki temelinde Almanya, Osmanlı İmparatorluğu'nun bütünlüğünü savunuyordu.). Osmanlı imparatorluğu ise kendi çıkarlarını imparatorluğun bütünlüğü ile savunmaya çalışmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu'nun ve Türk milliyetçiliğinin politikası, büyük devletler tarafından tehdidi sona erdirmeyi hedefliyordu. Bu, imparatorluğun çeşitli etnik gruplarının birliğini güçlendirebilecek, halkların özgürlüğü politikasıyla değil, birbirlerine karşı kışkırtılan Türk olmayan halk gruplarının zayıflatılmasıyla ve azınlıkların her reform çabasının, her özgürlükçü ve ulusal hareketinin bastırılmasıyla gerçekleşmekteydi. Osmanlı ve Türk devletinin birliği , azınlıkların ulusal politik ve kültürel - dinsel haklan gözönüne alınmaksızın korunuyordu. Bu politika Sultan Abdül Hamid ile başlamış ve Jöntürklerle Kemalist milliyetçiler tarafından günümüze kadar sürdürülmüştür. Azınlıklardan, ulusal -politik ve kültürel - dinsel hak ve özgürlüklerini büyük bir Türk devleti yararına feda etmeleri beklenemez.
Türk işçi hareketi bile Türk milliyetçiliğinin bu politikasından güçlü biçimde etkilenmişti, o da azınlıkların ulusal hareketini Çarlığın ve emperyalizmin bir sonucu olarak görüyor, bu arada gerek Osmanlı İmparatorluğu'nun gerekse de Türkiye Cumhuriyeti'nin , azınlıklara ulusal haklarını yasaklayarak Avrupalı büyük devletlerin müdahale politikası için elverişli koşullar yarattıklarını unutuyordu. Bu nedenle, Rosa Luxemburg'un hıristiyan azınlıklara ilişkin tarif ettiği gibi, Ermenilerin ulusal hareketi savunulduğunda aynı zamanda Çarlığın müdahale politikasına karşı mücadele edilmiş oluyordu.
"Hıristiyanlar üzerinde egemenlikten vazgeçiş. Babıali'yi, öncelikle Rusya karşısında, daha dirençli kılıyor. (...) Türkiye'nin bütünlüğünü savunmak, bugün aslında Rus diplomasisine yardımcı olmak demektir"115
Azınlıkların özgürlüğü ve haklan sırtından Türk iktidarının ulusal bütünlük politikası anti-emperyalist ve ilerici olarak tanımlanamaz, Türk olmayan azınlıkların daha iyi bir toplum düzeni, halkların eşitliği ve ulusal baskıya karşı mücadeleleri de, büyük devletler Türk olmayan halkların sosyal hareketlerini kendi yararlarına kullanmak isteseler de, "emperyalistlerin oyunu" ve aynı zamanda "gerici" olarak tanımlanamaz.
Ermeni sorunu Jöntürklerin sürgünleri ve katliamlarıyla, Türklerin ulusal devletlerinin kurulmasıyla, şimdilik sona ermişti. Prens Hohenlohe-Langenburg, olağanüstü göreve sahip elçi, Berlin'e, Şansölye von Bethmann Hollweg'e şu telgrafı çekiyordu:
"... Talat bey birkaç gün önce bana şu ifadeyi kullanmıştı: la question armenienne n'existe plus"116.
"Bugün artık Ermenilerin imhasından kim söz ediyor", diye soruyordu Ermenilerin Jöntürkler tarafından imhasını, kendisinin daha sonraki Yahudi imhası için örnek alan Hitler ve ekliyordu "Dünya sadece başarıya inanır"117.
6.2. Günümüzde Hemşin-Ermenileri
Hemşin-Ermenilerinin kültürel jenosidi ve bunu izleyen Türkiye'deki tüm Ermeniler üzerinde soykırım, aslında, Türklerin acımasızlığının ve sertliğinin boyutunun hiçbir sözcükle tarif edilemeyeceği bir çile öyküsünü sembolize eder.
Türklerin diyalog becerisinin ve diyaloğa hazır olmayışlarının tarihsel başarısızlığından sonra Ermeni halkı, 1923 yılındaki Lozan Anlaşması'nın içeriksel hükümlerine göre, Türkler tarafından köklerinin kazınmasından, sonucunda Türkiye'deki Ermenilerin sayısının 2 milyondan 100.000'e düştüğü sürülmekten kurtulabilme umudu beslediler.
Bu anlaşma prensipte, içeriksel sözleşmeler aracılığıyla Ermenilere kilise, okul ve hayır işleri alanında öz yönetim için cüzi hukuki olanaklar sağlayacaktı.
Türklerle Ermeniler arasında akden belirlenen sözleşmeler büyük ölçüde görmezden gelindiler, etkisiz kaldılar ve dolayısıyla gerçekleşmediler. Hatta 1970 yılında öylesine tahrif ve manipüle edildiler ve dinamitlendiler ki, o zamanlar Lozan Anlaşması'nın 60. yılı için bir Ermeni anma töreni katılımcıları bu etkisiz sözleşme değerlerini sembolik olarak feshettiler.
Bu bağlamda esas problematik prensip olarak, Türk anayasasında etnik azınlıklardan sözedilmemesi ve bunların gözönünde bulundurulmamasından ibarettir, bu ise aslında çok milliyetli bir devlette politik bir saçmalıktır. Etnik gruplar Türk anayasasının kataloğunda sadece dini azınlıklar olarak görülür ve kabul edilir.